EVDEKİ
Bugün karşı arsaya yığılı kalasları kaldırdılar. Kocaman kamyonlar onca
kalası iki saat içinde aldı gitti. Hiç ayrılmadım pencereden. Annem bir iki
kere "Ne oturuyorsun, ortalık süpürülecek," dedi: aldırmadım. On yıl
önceki arsayı düşündüm durdum. Okul dönüşü bu pencereden top oynayan çocuklara
bakardım. "Kız, koca mı arıyorsun orada?" derdi annem, utanırdım. On
yıl önce annemi de severdim. Hem böyle kasabanın insanlarından korkmazdım.
Ben de onlar gibiydim. Erkeklerin yanında uslu uslu oturur, kadınların
dedikodusunu dinlerdim. Okulu bitirdiğim yıl karşıya kalasları yığdılar. Arsa
sesini yitirdi. Pencereden hep o kalasları gördüm yıllarca. Kışın üstlerine kar
yağdı, yazın güneşte esmer esmer yandılar. Bugün kaldırdılar onları. Şimdi
içimde bir umut var. Top oynamağa gelecek çocukları bekliyorum.
Annem aşağıdan "Yemek hazır," diye bağırdı.




Sokağa bakıyorum. Tek tük geçenler var. Çoğu kadın. Yüzleri asık,
adımları sert. Bir yerden kavgadan geliyorlar, ya da bir yere kavgaya
gidiyorlar sanırsın... Kös kös yürüyorlar. Hepsi de kendine güvenen kişiler,
belli. Kusur bağışlayacak göz yok bunlarda. Büzülüyorum; içimi bir korku
kaplıyor. Şu tokmak gibi herif bizim sokakta oturan kasap değil mi? Öğle
yemeğine geliyor olmalı. Kime bırakmış dükkânı? Yetişkin çırakları vardır.
Ceketi yamalı bir adama kemikli yerinden yarım kilo eti onlar yutturur şimdi.
Bu adam namaz kılar mı acaba?
Bir kadın geçiyor. Tanırım onu, evleri bize yakın. Kocası bir bankada
çalışıyormuş. Kıpkırmızı boyanmış. Neler söylüyorlar onun için komşu kadınlar,
ne kötü şeyler. İnanmıyorum onlara. Hep birini çekiştirirler. Gözleri ışıldar
anlatırken. Onların yanındayken kalkıp gitmekten korkarım. Gider gitmez beni
çekiştirecekler sanırım, inanmıyorum onlara ama bu kadını da sevmiyorum. Çok
konuşur. Ara sıra bize gelir. 'Bizimki' dediği kocasını anlatırken bir bakışı
vardır bana, evlenmedim diye eğlenir gibi, acır gibi bir bakış, sinirlendirir
beni. Gene de bir şey demem; anlamamış gibi dururum. O boyuna konuşur.
Müdürlere gitmişler geçende. "Bir kızları var kardeş, bu kadar da olur mu?
Neredeyse kucağına oturacak bizimkinin..." O kıza da acırım ben, şu
kadına da, kendime de. Neden bu daracık kasabadayız biz? Yoksa bütün dünya
böyle mi? Kitapların dediği yalan mı?
Kapı açıldı. Baktım annem. Canım sıkıldı. Ne işi var burada? Yanımda
olmadı mı serinkanlı düşünüyorum; acıyorum ona. Yaşlı kadın, onun dünyası da
bir türlü diyorum. Yanıma geldi mi tepem atıyor. Ayıpmış, umurumda değil.
Sedire oturdu.
Yarın Fatmahanımlar gelecekmiş seni görmeğe, dedi.
Yarın evde yokum ben.
Nereye gideceksin?
Hiç, ama yokum evde. Çıkmam. Kaç kere söyledim sana, evlenmek istemiyorum
ben.
Elalem ne diyor biliyor musun? Eksiği var onun, diyor.
Ne derlerse desinler, istemiyorum. Kaçıncı bu? Üstüme varma benim.
Kaçarım yoksa. Satarım babamdan kalan bağı, tarlayı; alır başımı kaçarım.
Gözleri büyüdü. Kalktı, kapıyı çarptı gitti. Dışardan sesini duyuyorum.
Rezil etmişim onu ele güne. Herkes kendini düşünüyor, ileniyor bana, sesinden
belli ağlıyor da. Ben de ağlamak istiyorum.
Kiminle evleneceğim bu kasabada? Kim anlatıyordu geçende "İçip içip
gecenin bir vakti gelir eve. Ayağını önüme uzatır. 'Çıkar şunları' der. Leş
gibi kokar ayakları." İçim bulanıyor. Nasıl yatılır böyle bir adamla?
Sokak kapısı açılıp kapandı. Eğildim baktım annem. Kim bilir hangi
kocakarıya gidiyor? Yakınacak benden, içini dökecek, rahatlayacak. Bense hep
burada kalacağım, kendi kendimle. İnsan kendine acır mı? Ben acıyorum.
Kalktım aşağı indim. Ayakyoluna girdim. Çıkınca mutfakta ellerimi
sabunladım. Yemek dolabında taze baklayla pilâv var. Bir tabak da yoğurt.
Yoğurtla pilav yedim biraz. Pilâv soğumuş. Olsun, soğuğunu severim ben. Sonra
gene odama çıktım. Şimdi daha iyiceyim. Dolaptan bir kitap aldım. Sedire
uzandım. İlk yaprakta dayımın adı yazılı. Çoğu onun bu kitapların, bana verdi.
İki yıl İngiltere'de okumuş. Bana İngilizce öğretirdi. Severdi beni.
"Kız, erkek olsaydın seni oraya yollardım," derdi. Babamı hiç
bilmiyorum. Dayım da liseyi bitirdi



ğim yıl öldü. Zaten her şey o yıl olmadı mı? Kalaslar bile o
yıl geldi arsaya.





Nice sonra kapı çalındı. Kitabı kapayıp kalktım. Ayaklarım uyuşmuş.
Annem anahtarı mı unuttu acaba? Basamaklardan ağır ağır indim. Necati mi
yoksa? Ara sıra gelir, İngilizce ödevlerini yaptırır. Kapıyı açtım. Oymuş.
Dümdüz taramış saçlarını. Sarı yüzünde hep o ergenlikler.
Nasılsın abla? dedi.
İyiyim. Girsene. Girdi. Kapıyı kapadım.
Halam nerede? diye sordu.
Bilmem. Komşuya geçmiştir.
Dayımın oğlu bu Necati. Babasından öğrendiğimi oğluna satıyorum. Yukarı
çıktık. Sakal tıraşı da mı oluyor ne, kötü kötü kokuyor. Baktım burun kanatları
oynuyor, kokluyor. Bu oda evde kalmış kıza kokar sanırım. Alışmışım ben,
duymuyorum. Masanın önüne oturdum.
— Otursana, dedim.
Karşıma oturdu. Kitabını, defterini masaya koydu. Bu yıl sık sık geliyor
bize Necati. Eskiden pek uğramazdı. Hem üstünde bir sıkılganlık. Odaya girince
hem seviniyor, hem utanıyor gibi. Büyüdü artık, liseye gidiyor.
Ödev mi var? dedim.
Evet dedi. Kitaba uzandı.
Biliyor musun, karşıki arsadan kalasları taşıdılar. Eskiden çocuklar top
oynardı orada, dedim.
Sahi, dedi. (O yana baktı.) Söyleyeyim arkadaşlara. Biz de gelir
oynarız.
Kitabı, defteri açtı. Çalışmaya başladık. Ben okurken, farkındaydım,
dinlemiyor pek. Şurama, burama bakıyor. En çoğu göğsüme. Alt dudağı ağır ağır
sarkıyor. Hele gözlerindeki bulaşık bakış. Bu mu istek dedikleri? Kitabı
uzattım.
— Şimdi de sen oku bakalım,
dedim.
Toplandı, önce dudağı geldi eski yerine; ama gözlerindeki o bulaşıklık
güç arındı. Okuması kötü değil. Ben gözlerine bakıyorum. Yeşil, yeşil ya, çipil
bir yeşil bu. Tatsız. Nasıl denir? İşte kurbağa yeşili, soğuk. Ergenlikleri de
var. İnce keskin dudakları. Ne çirkin çocuk. Çirkin ama bir çocuk körpeliği
var onda, ya da bir genç erkek duyarlığı. Bacağımı ondan yana uzatsam diyorum.
Uzattım. Kıpırdarken dizi bacağıma süründü. Bir kelimeyi yanlış okudu.
— İyi bak o kelimeye, dedim.
Düzeltti. Yüzüne kan çıkıyor. Şimdi kalksam, arkasına geçsem, kitaba
eğilsem, göğsümü sırtına bastırsam. Kıpırdamıyorum. Ağır bir hava var odada.
Oysa ilkyaz daha. Bungun, ağır, sıkıntılı bir hava bu. Necati hep okuyor.
Kurbağa sesi gibi. Nasıl da benziyor kurbağaya. Bir tiksinti, bir bulantı kabarıyor
içimde. Kendimden iğreniyorum. Ses kesildi.
Kalktım pencereyi açtım. Şu sıkıntılı hava dağılsın.
— Bugün hastayım ben Necati,
dedim. Sen gelmeden yatıyordum. Okuyuşun çok iyi. Çevirisini sen kendin
yaparsın.
Kalktı.
— Peki abla, dedi. Gözlerinde
o bulaşıklık yok artık.
Hava kararırken annem geldi. Aşağı indim. Mutfak masasında yemek yedik.
Hiç konuşmadık. Evin içinde yalnız bulaşık çanaklara musluktan damlayan suyun
sesi var; şıp, şıp, şıp... Neden böyle olduk biz? Ana-kız değil, sanki
yabancıyız. Sebebi ne bunun? Garip töreleriyle bu kasaba mı, başkaları ne der
tasası mı?
Yemekten sonra radyo dinledim. Geç yattım. Yatakta kendi kendime
yalnızım. Uyuyamıyorum. Oda karanlık. Pancurlar kapalı. Gene de bir çocuk
ağlaması duyuluyor. Uzak, çok uzak bir yerden gelir gibi. Sıkıntılı. Sanki
gelecek günlerine ağlıyor, içim daralıyor. Yorganın altına büzülüyorum, iyi;
şeyler düşünmek istiyorum. Uyusam da bari düşte çıksam bu kasabadan. Olmuyor.
Biliyorum, bu gece uykumda üstüme bir kurbağa sıçrayacak, uzanıp uzanıp
öpmeğe çalışacak beni.
Dışarıdan ayak sesleri geliyor. Bir sarhoş bağırıyor. "Uyyy, koca
çarıklı Allah, uy!" diyor. Neden tam burada bağırdı bu adam? Korkuyorum.
Öyle bitkin, öyle çelimsizim ki. Şimdi insanlar bana ne isterlerse
yapabilirler. Sarhoş pencereyi açıp yanıma uzanabilir. Ama gelmiyor. Sesi
uzaklaştı. Köprüye varmıştır. Ne dediği anlaşılmıyor. Yalnız sıkıntılı,
adamın içini kurutan uzun bir "Uyyy" sesi duyuluyor.