13 Aralık 2018 Perşembe

Evdeki


EVDEKİ
Bugün karşı arsaya yığılı kalasları kaldırdılar. Kocaman kamyonlar onca kalası iki saat içinde aldı gitti. Hiç ayrılmadım pencereden. Annem bir iki kere "Ne oturuyorsun, ortalık süpürülecek," dedi: aldırmadım. On yıl önceki arsayı düşündüm dur­dum. Okul dönüşü bu pencereden top oynayan ço­cuklara bakardım. "Kız, koca mı arıyorsun orada?" derdi annem, utanırdım. On yıl önce annemi de se­verdim. Hem böyle kasabanın insanlarından kork­mazdım. Ben de onlar gibiydim. Erkeklerin yanın­da uslu uslu oturur, kadınların dedikodusunu din­lerdim. Okulu bitirdiğim yıl karşıya kalasları yığ­dılar. Arsa sesini yitirdi. Pencereden hep o kalasları gördüm yıllarca. Kışın üstlerine kar yağdı, yazın güneşte esmer esmer yandılar. Bugün kaldırdılar onları. Şimdi içimde bir umut var. Top oynamağa gelecek çocukları bekliyorum.
Annem aşağıdan "Yemek hazır," diye bağırdı.
— Acıkmadım daha. Bekleme sen, ye! dedim.
Sokağa bakıyorum. Tek tük geçenler var. Çoğu kadın. Yüzleri asık, adımları sert. Bir yerden kav­gadan geliyorlar, ya da bir yere kavgaya gidiyorlar sanırsın... Kös kös yürüyorlar. Hepsi de kendine güvenen kişiler, belli. Kusur bağışlayacak göz yok bunlarda. Büzülüyorum; içimi bir korku kaplıyor. Şu tokmak gibi herif bizim sokakta oturan kasap değil mi? Öğle yemeğine geliyor olmalı. Kime bırakmış dükkânı? Yetişkin çırakları vardır. Ceketi yamalı bir adama kemikli yerinden yarım kilo eti onlar yutturur şimdi. Bu adam namaz kılar mı aca­ba?
Bir kadın geçiyor. Tanırım onu, evleri bize yakın. Kocası bir bankada çalışıyormuş. Kıpkırmızı boyanmış. Neler söylüyorlar onun için komşu ka­dınlar, ne kötü şeyler. İnanmıyorum onlara. Hep bi­rini çekiştirirler. Gözleri ışıldar anlatırken. Onların yanındayken kalkıp gitmekten korkarım. Gider gitmez beni çekiştirecekler sanırım, inanmıyorum onlara ama bu kadını da sevmiyorum. Çok konu­şur. Ara sıra bize gelir. 'Bizimki' dediği kocasını an­latırken bir bakışı vardır bana, evlenmedim diye eğlenir gibi, acır gibi bir bakış, sinirlendirir beni. Gene de bir şey demem; anlamamış gibi dururum. O boyuna konuşur. Müdürlere gitmişler geçende. "Bir kızları var kardeş, bu kadar da olur mu? Nere­deyse kucağına oturacak bizimkinin..." O kıza da acırım ben, şu kadına da, kendime de. Neden bu daracık kasabadayız biz? Yoksa bütün dünya böyle mi? Kitapların dediği yalan mı?
Kapı açıldı. Baktım annem. Canım sıkıldı. Ne işi var burada? Yanımda olmadı mı serinkanlı dü­şünüyorum; acıyorum ona. Yaşlı kadın, onun dün­yası da bir türlü diyorum. Yanıma geldi mi tepem atıyor. Ayıpmış, umurumda değil. Sedire oturdu.
Yarın Fatmahanımlar gelecekmiş seni gör­meğe, dedi.
Yarın evde yokum ben.
Nereye gideceksin?
Hiç, ama yokum evde. Çıkmam. Kaç kere söyledim sana, evlenmek istemiyorum ben.
Elalem ne diyor biliyor musun? Eksiği var onun, diyor.
Ne derlerse desinler, istemiyorum. Kaçıncı bu? Üstüme varma benim. Kaçarım yoksa. Satarım babamdan kalan bağı, tarlayı; alır başımı kaçarım.
Gözleri büyüdü. Kalktı, kapıyı çarptı gitti. Dışardan sesini duyuyorum. Rezil etmişim onu ele güne. Herkes kendini düşünüyor, ileniyor bana, se­sinden belli ağlıyor da. Ben de ağlamak istiyorum.
Kiminle evleneceğim bu kasabada? Kim an­latıyordu geçende "İçip içip gecenin bir vakti gelir eve. Ayağını önüme uzatır. 'Çıkar şunları' der. Leş gibi kokar ayakları." İçim bulanıyor. Nasıl yatılır böyle bir adamla?
Sokak kapısı açılıp kapandı. Eğildim baktım annem. Kim bilir hangi kocakarıya gidiyor? Yakınacak benden, içini dökecek, rahatlayacak. Bense hep burada kalacağım, kendi kendimle. İnsan ken­dine acır mı? Ben acıyorum.
Kalktım aşağı indim. Ayakyoluna girdim. Çı­kınca mutfakta ellerimi sabunladım. Yemek dola­bında taze baklayla pilâv var. Bir tabak da yoğurt. Yoğurtla pilav yedim biraz. Pilâv soğumuş. Olsun, soğuğunu severim ben. Sonra gene odama çıktım. Şimdi daha iyiceyim. Dolaptan bir kitap aldım. Se­dire uzandım. İlk yaprakta dayımın adı yazılı. Ço­ğu onun bu kitapların, bana verdi. İki yıl İngilte­re'de okumuş. Bana İngilizce öğretirdi. Severdi be­ni. "Kız, erkek olsaydın seni oraya yollardım," der­di. Babamı hiç bilmiyorum. Dayım da liseyi bitirdiğim yıl öldü. Zaten her şey o yıl olmadı mı? Kalas­lar bile o yıl geldi arsaya.
Nice sonra kapı çalındı. Kitabı kapayıp kalk­tım. Ayaklarım uyuşmuş. Annem anahtarı mı unuttu acaba? Basamaklardan ağır ağır indim. Ne­cati mi yoksa? Ara sıra gelir, İngilizce ödevlerini yaptırır. Kapıyı açtım. Oymuş. Dümdüz taramış saçlarını. Sarı yüzünde hep o ergenlikler.
Nasılsın abla? dedi.
İyiyim. Girsene. Girdi. Kapıyı kapadım.
Halam nerede? diye sordu.
Bilmem. Komşuya geçmiştir.
Dayımın oğlu bu Necati. Babasından öğrendi­ğimi oğluna satıyorum. Yukarı çıktık. Sakal tıraşı da mı oluyor ne, kötü kötü kokuyor. Baktım burun kanatları oynuyor, kokluyor. Bu oda evde kalmış kıza kokar sanırım. Alışmışım ben, duymuyorum. Masanın önüne oturdum.
        Otursana, dedim.
Karşıma oturdu. Kitabını, defterini masaya koydu. Bu yıl sık sık geliyor bize Necati. Eskiden pek uğramazdı. Hem üstünde bir sıkılganlık. Oda­ya girince hem seviniyor, hem utanıyor gibi. Büyü­dü artık, liseye gidiyor.
Ödev mi var? dedim.
Evet dedi. Kitaba uzandı.

Biliyor musun, karşıki arsadan kalasları ta­şıdılar. Eskiden çocuklar top oynardı orada, dedim.
Sahi, dedi. (O yana baktı.) Söyleyeyim arka­daşlara. Biz de gelir oynarız.
Kitabı, defteri açtı. Çalışmaya başladık. Ben okurken, farkındaydım, dinlemiyor pek. Şurama, burama bakıyor. En çoğu göğsüme. Alt dudağı ağır ağır sarkıyor. Hele gözlerindeki bulaşık bakış. Bu mu istek dedikleri? Kitabı uzattım.
        Şimdi de sen oku bakalım, dedim.
Toplandı, önce dudağı geldi eski yerine; ama gözlerindeki o bulaşıklık güç arındı. Okuması kötü değil. Ben gözlerine bakıyorum. Yeşil, yeşil ya, çipil bir yeşil bu. Tatsız. Nasıl denir? İşte kurbağa yeşi­li, soğuk. Ergenlikleri de var. İnce keskin dudak­ları. Ne çirkin çocuk. Çirkin ama bir çocuk körpeli­ği var onda, ya da bir genç erkek duyarlığı. Bacağı­mı ondan yana uzatsam diyorum. Uzattım. Kıpır­darken dizi bacağıma süründü. Bir kelimeyi yanlış okudu.
        İyi bak o kelimeye, dedim.
Düzeltti. Yüzüne kan çıkıyor. Şimdi kalksam, arkasına geçsem, kitaba eğilsem, göğsümü sırtına bastırsam. Kıpırdamıyorum. Ağır bir hava var oda­da. Oysa ilkyaz daha. Bungun, ağır, sıkıntılı bir ha­va bu. Necati hep okuyor. Kurbağa sesi gibi. Nasıl da benziyor kurbağaya. Bir tiksinti, bir bulantı ka­barıyor içimde. Kendimden iğreniyorum. Ses kesil­di.
Kalktım pencereyi açtım. Şu sıkıntılı hava dağılsın.
        Bugün hastayım ben Necati, dedim. Sen gel­meden yatıyordum. Okuyuşun çok iyi. Çevirisini sen kendin yaparsın.
Kalktı.
        Peki abla, dedi. Gözlerinde o bulaşıklık yok artık.
Hava kararırken annem geldi. Aşağı indim. Mutfak masasında yemek yedik. Hiç konuşmadık. Evin içinde yalnız bulaşık çanaklara musluktan damlayan suyun sesi var; şıp, şıp, şıp... Neden böy­le olduk biz? Ana-kız değil, sanki yabancıyız. Sebe­bi ne bunun? Garip töreleriyle bu kasaba mı, baş­kaları ne der tasası mı?
Yemekten sonra radyo dinledim. Geç yattım. Yatakta kendi kendime yalnızım. Uyuyamıyorum. Oda karanlık. Pancurlar kapalı. Gene de bir çocuk ağlaması duyuluyor. Uzak, çok uzak bir yerden ge­lir gibi. Sıkıntılı. Sanki gelecek günlerine ağlıyor, içim daralıyor. Yorganın altına büzülüyorum, iyi; şeyler düşünmek istiyorum. Uyusam da bari düşte çıksam bu kasabadan. Olmuyor. Biliyorum, bu ge­ce uykumda üstüme bir kurbağa sıçrayacak, uza­nıp uzanıp öpmeğe çalışacak beni.
Dışarıdan ayak sesleri geliyor. Bir sarhoş bağı­rıyor. "Uyyy, koca çarıklı Allah, uy!" diyor. Neden tam burada bağırdı bu adam? Korkuyorum. Öyle bitkin, öyle çelimsizim ki. Şimdi insanlar bana ne isterlerse yapabilirler. Sarhoş pencereyi açıp yanı­ma uzanabilir. Ama gelmiyor. Sesi uzaklaştı. Köp­rüye varmıştır. Ne dediği anlaşılmıyor. Yalnız sıkın­tılı, adamın içini kurutan uzun bir "Uyyy" sesi duyuluyor.
 YUSUF ATILGAN

Deli Tank ve Çocuk


Deli Tank ve Çocuk

Günbatımının ordan, o kızıl çizgiden bozkırın içlerine, en mor içlerine uzanıyordu tank dizisi. Baharın çiçek tozları, kurak yazların tozu, dinen mevsim yağmurları, sonra soğuklar, don, kar, bütün bu alışılmışlar, bu hareketsiz diziye doğanın değişkenliklerini sunuyor, bütün güçleriyle onun ölgün, madensel varoluşunu sindirmeye, eritmeye çabalıyordu. Top namlularında sıçanlar çoğalıyor, tozlu, maden bedenlere sinek ölüleri yapışıyor, çılgın bir arı, arada gelen baharlarda sindirdiği çiçek tozunun keyfiyle şaşırıp kızgın madene konuyor, kavruluyordu.
Bazen papatyalar, bazen gelincikler, ballıbabalar, çiğdemler zincir tekerleklerin gizli boşluklarında boy atıyorlar, bilinçsiz bir ısrarla bu madensel diziyi bir bitki örtüsüyle kapatmaya çalışıyorlardı. Karınca yuvaları, köstebek yuvaları büyüyen oyuklarda tankları tek tek yutacakları, o ırak maden ziyafetine hazırlanıyorlardı. Kurşun renkli bulutların ordan koşan bir rüzgar, gitgide kudurarak tank dizisinin bir ucundan abanıyor, tank dizisini bozkırın morundan günbatımının kızıllığına yürütmek, o kızıllıkta tüketmek istiyordu. Ansızın bastıran sıcaklar, sıklaşan doğum sancılarıyla kızıştırdıkları top namlularından bir gürlemeyle kopacak rahatlığı özlüyor, ardından yağan, durmadan yağan yağmurlar rahatlayamadan kasılan namluları hınçlı bir yavaşlıkla paslandırıyorlardı...
Bir yılbaşı günü: Yaldızlı paket kağıtları. Renkli kurdelalarla bağlanmış paketler. Süslü camekanlar. Bağıran piyangocular. Salonda at yarışları ve kılıbıklık diplomaları. Çamlar, pamuklar, yaldızlar. Renkli ampuller. Sıraya dizilmiş, üstüste ve yanyana; armağanlar. Ovulan gümüşler, satılan gümüşler. Paralar ve paketler. Para uzatan eller, paketlerle dolu kollar.
Eşyalara uzanan parmaklar, işaret parmakları. Vitrin camlarının her yönüne uzanmış işaret parmakları. Yayılan ağızlar, para sayarken büzülen dudaklar. İki paket arası yenen bir pasta. Çörekler, hindiler, Rus salataları. Tombala. Eşya piyangosu. On yaşlarında bir çocuk. Yoksul, eşya tadı bilmeyen bir çocuk: Dükkanlarda, sokaklardan gelen gençlerin kollarında durmadan çoğalan paketlerden ayrı bir çocuk.
Bu armağan gününde bir eşyaya sevinmek istedi. Hem ileri hem geri gidebilen, küçük namlularından alevler fışkırtan tankı gördü. Bahçe kapısının önünde, üç başka çocuk oynuyorlardı onunla.
Çocuk eşyadan tadalmayı istedi. Armağanını seçti düşüncesinde. Eli tanka uzandı. Eşyasına dokunmak istedi. Eşyasını, önce ona sahip gözüken çocuklardan ayırdı düşüncesinde. Sonra uzattı elini. Uzatmasıyla, eşyası armağanıyla arasına neler girmedi ki: Oyuncak tankıyla arasına önce kovalayan çocuklar girdi, sonra analar babalar, sonra kovalayan trafik memurları, kovalayan memurlar, evler, apartmanlar, polisler, yargıçlar ve kovalayan bankalar girdi. Çocuk koşuyor, kaçıyordu. Armağandan, eşyadan. Eşyasını bilen, onu bir çocuğa kaptırmayan kentten kaçıyordu. Koşarak vardı kentin sınırlarına. Eşyaya yabancı bozkıra, tank dizisinin oraya.
Karıncalar, köstebekler, sıçanlar, sinekler canlılar dizisine çocuğun eli eklendi. Çocuk önce zincir tekerlekleri elledi. Elleri tanklardan birinin içinde düğmelerinde gezindi. Birden canlandı tank. Çocuk atladı bozkıra, halkası olduğu canlılar dizisine sığındı. Tank diziden çıktı. Sağdaki morluktan soldaki kızıllığa uzanan hareketsizlikten çıktı. Bu ölgün diziyle yıllardır savaşan doğa güçleriyle tek başına, yalnız başına kaldı. Barışsever bir dizinin içinde, herhangi bir maden rahatlığı olmaktan çıktı. Karşıdaki düşman canlılığın üstüne vardı. Şimdi rüzgar daha çılgın, toprak örtüsü daha bereketli, güneş daha doğurgan, canlılar daha yiyici, tüketiciydiler. Bir yalnız tanka karşı, bütün doğa, bütün canlılar, bozkırın moru, günbatımının kızılı, tek bir tankın delirmesi, yüzyıllık ölgünlükten, miskinlikten sıyrılması. Önce namlular dikildi. Sonra zincir tekerlekler silkindi. Sıçanlar kaçıştılar. Yürüyen tekerlekler gelincikleri, papatyaları, ballıbademleri, çiğdemleri ezdi. Tank delirmişti artık. Rüzgar, soğuk, sıcak, bahar ve bereket üstü bir delirmeyle tank bozkırdan boşaldı. Günbatımının kızıllığını ölü tank dizisinin orda bırakıp kente vardı.
Tank hatırladıkça sevdiği güçleriyle saldırdı kente. Dörtyol ağızlarındaki trafik polislerini ezdi önce. Televizyon antenlerine, telgraf ve telefon direklerine boşalttı ateşini. Sonra resmi yapıların önündeki askerlere, devlet dairelerine. Bütün memurlar kırılan camlardan içeri dolan ölümden kaçmak için yerlere yattılar. Ölüm onları yaşamlarının en korkak, en iki büklüm anında buldu. Sonra apartmanların üstüne yürüdü tank. Apartmanlar ufaldılar, ufaldılar. Tank hepsini bir bir, bıkmadan ve atlamadan ezdi geçti, ezdi geçti. Sonra evler, eviçleri, büfeler, sandıklar, buzdolapları, çamaşır makineleri ve dükkanlar, tezgahtarlar, bunları ezmek daha kolay, daha eğlenceli. Sonra bankalar, sayılmakta ve ödenmekte olan paralar, sonra nişanlar, yıldızlar, sonra bütün mühürler, damgalar, pullar. Sonra resmi yazılar, tensiplerinize arzederim'ler), terfiler, siciller. Sonra amirler, amirler, emirler, emirler. Sonra ben, sonra sen, sonra bizler, bizim gibiler. Sonra bizlerin çocukları, çocukların oyuncakları, oyuncak tankları. Sonra döner dolaplar. Benim masam, senin masan. Sonra bütün sevindirici eşyacıklar. Sonra Sitare hanımın kürkü, Betûl hanımın yüzüğü. Sonra bütün kıskançlıklar, bütün cimrilikler, bütün armağanlar, birikmiş paralar, bütün sigortalar, güvenli yarınlar. Sonra başarılar, ünler, aşk mektupları, dolandırıcılıklar. Benim sevgim, senin yalanın, onun palavrası, övünmesi. Kahramanlıklar, kancıklıklar. Partiler, örgütler, bütün o damarları şişmiş gırtlaklar. Gazeteler, manşetler, ukalalıklar, sövgüler. Matbaa harfleriyle yazılmış BEN'ler. Hepsini, hepsini, hepsini bıkmadan ve atlamadan ezdi geçti. Bir tank delirirse, deliren bir tank neler ezebilirse hepsini ezdi geçti...
Bütün bu ezilmelerden, yıkıntılardan sıyrılabilmiş, bütün bu ezilen şeylere zaten bulaşmamış bir çocuk eli —kirli tırnaklı ve yoksul, kaybetmesi olmayan bir çocuk eli, merakı ile tanımış bir çocuk eli— ilk oyuncağına uzandı, tankın delirmesi durdu. Tank ve çocuk, deliliğin bittiği yerden, günbatımının oradaki kızıllığa dek yanan kente baktılar: Şimdi nerede bozkırın moru, nerede doğanın yalnız bir tankı delirtmeye yeten güçleri? Sen nerede, o nerede, biz nerede? Şimdi delirebilecek hiçbir şey yok. Şimdi bitimsiz bir bozkırı, onun bitimsiz güçlerini yakan bir ateş var. Günbatımının tükenmesi var. Bir deli tankın bir koca kenti, bir koca bozkırı yakması var. Tankın, deliliğinin bittiği yerden günbatımının kızıllığının orayı yakması. Bir çocuk eli, yoksul, meraklı, ilk oyuncağına uzanan bir çocuk eliyle tankın deliliği durmuştu. Ama bozkırı alevler sarınca, aradaki ölü tank dizisi alışageldikleri belalardan bambaşka bir belayla yüz yüze gelince, böyle ansızın üstlerine gidilince delirdiler. Bir tank delirebilse bir tank dizisi nasıl delirir, hem de nasıl. Deliren tank dizisi, kentten arta kalan kızıllıktan koptular, başka kentlere vardılar. Binlerce yoksul çocuk eli ilk oyuncaklarına uzanana kadar, ezdiler, yaktılar...
Çocuk alnının sızısıyla geldi kendine. Ne zamandır soğuk camekana dayadığı alın uyuşmuştu. Soğuk camekana dayayıp alnını, yanyana dizili oyuncak tank dizisine bakalı ne kadar olmuştu? Eski yıl bitip, yeni yıl başlamıştı o arada.
Sevgi Soysal

19 Ekim 2018 Cuma

24 Mayıs 2018 Perşembe

Yazı Üzerine


Yararak İz Bırakır Her Yazmak İsteyen 


Yazmak eylemi, çok renkli ve insanın her anını imlediği bir eylem. Bu yönüyle bakıldığında unutmayı unutturan bir eylem. Oysaki insan, ne çok şeyi unutmalı: Söz verip de sözünde durmayanları, -miş gibi yapanları, arkadaş kisvesinde gözükenleri, belki de kendini… Kendini bile unutmalı insan. İnsanın kendisini dahi unutması gerektiği anda, yazdığı iki satır yazı karşısına dikilip tüm vakarıyla ona, sen böyleydin deyiverecek. Ah yarmak kökünden gelen yazı, nelere kadirsin sen. Yararak tabletlere medeniyetin izlerini bıraktın. Dijital ayak izlerim oldun...

Renkli demiştim ya bu eylem için, renkliliği ise insanın her hâliyle kendini yazıya aktarabilmesinden geliyor. Kimi zaman bir uçurtma oluyor insan yazısında, kimi zaman bir uçurtma avcısı. Çok zaman da kendi oluyor insan. Ah renkli insan, gri insan, rengarenk insan…

İç dökmenin, dolup dolup taşmanın, taşıp kendi kabına boşalmanın mecra kağıt, bilgisayar ekranı, bir sosyal medya ortamı… Ne çok şeyleri barındırıyor yazmak eylemi. Koskoca bir medeniyetin izlerini barındırıyor, medeniyetin ta kendisi oluveriyor… Evet ben de böylesine korkutucu, umut dolu ve bilinmez bir deryaya açtım yelkenimi. Ne demeli? Pupa yelken…

O hâlde böylesine bilinmezliklerle dolu bir coğrafyada beni yalnız bırakmazsınız. Değil mi?

21 Mayıs 2018 Pazartesi

20.05.2018 İmle

Hiç tanışmadık. 

Hiç tanışmadık. 

Sütleğen.

Keven.

Kızıltepe'de incir. Şaşırtıcı. 

Kındam

Kalankaldı. 

Kındam

Kızıltepe

Sığırkuyruğu

Kızıltepe'de iki kâşif

Nereye baksam bulut. 

Nereye baksam bulut. 

Günün sonunda "son"

19 Mayıs 2018 Cumartesi

9 Mayıs 2018 Çarşamba

Öğretim Teknolojileri ve Materyal Tasarımı 2018

Dilaranur Çoban'dan "Zarfların anlam özelliklerine" ilişkin tasarım. 


Olcay Duman'dan "Öykü yazma tekniklerine" yönelik materyal 

Ümmühan Gül'den "kelimenin anlamına" yönelik tasarım


Rabia Akkul'dan "Şiirin şekil özelliklerini açıklar." kazanımı için tasarım. 


Sabire Dadak'tan "Cümlenin ögelerini ayırt eder." kazanımı için tasarım. 


Sabire Dadak'tan "Cümlenin ögelerini ayırt eder." kazanımı için tasarım. 



Özgül Özden'den  "İsim ve sıfat tamlamalarının metnin anlamına olan katkısını açıklar" kazanımı için tasarlanan materyal. 



Özgül Özden'den  "İsim ve sıfat tamlamalarının metnin anlamına olan katkısını açıklar" kazanımı için tasarlanan materyal. 



Özgül Özden'den  "İsim ve sıfat tamlamalarının metnin anlamına olan katkısını açıklar" kazanımı için tasarlanan materyal. 


Özgül Özden'den  "İsim ve sıfat tamlamalarının metnin anlamına olan katkısını açıklar" kazanımı için tasarlanan materyal. 


Eda Şekerci'den " "Fiillerde çatının anlama katkısı" kazanımı için tasarlanan materyal. 
Esra Nur Deveci "Fiilde anlam özelliklerini kavrar"


Dilek Firez ve Feyruz Timur' dan "kelimelerin eş ve zıt anlamlılarına" yönelik materyal.


Sametcan Demirci'den Yapım Eklerinin İşlevlerini Açıklar kazanımına yönelik materyal. 


Kemal Orhan'dan "Dinlediklerinde/ izlediklerinde başvurulan düşünceyi geliştirme yollarını tespit eder." 


Beyza Çolak'tan "Fiilimsilere" yönelik materyal


Canfidan Erdoğan'dan "Konuşmacının sözlü olmayan mesajlarını kavrar" kazanımına yönelik materyal.  



Senanur Çelik'ten "Deyim ve Atasözlerine" yönelik materyal.


Ömer Samur'dan "Basit türemiş birleşik kelimeleri ayırt eder." kazanımına ilişkin materyal.


Kübra Şahin'den "Noktalama işaretleri ve büyük harflerin tümce içinde doğru kullanımı." ilişkin materyal.  


Aylin Avcı'dan "Metin Türlerini Ayırt Etme" kazanımına ilişkin materyal. 

Rabia Duman'dan "Tablo, Grafik Okumaya" yönelik materyal.
Özün Kırmızıgül'den çekim eklerine yönelik tasarım
Aslı Elife Öz'den cümle türlerine ilişkin materyal. 

HAYDİ OKUYALIM GÜZ 2022- 2023

  1.         Devlet Ana 2.        Yaban 3.        Huzur 4.        Aylak Adam 5.        Ruh Adam 6.        Hayvan Çiftliği 7.    ...