Deli Tank ve Çocuk
Günbatımının
ordan, o kızıl çizgiden bozkırın içlerine, en mor içlerine uzanıyordu tank
dizisi. Baharın çiçek tozları, kurak yazların tozu, dinen mevsim yağmurları,
sonra soğuklar, don, kar, bütün bu alışılmışlar, bu hareketsiz diziye doğanın
değişkenliklerini sunuyor, bütün güçleriyle onun ölgün, madensel varoluşunu
sindirmeye, eritmeye çabalıyordu. Top namlularında sıçanlar çoğalıyor, tozlu,
maden bedenlere sinek ölüleri yapışıyor, çılgın bir arı, arada gelen baharlarda
sindirdiği çiçek tozunun keyfiyle şaşırıp kızgın madene konuyor, kavruluyordu.
Bazen
papatyalar, bazen gelincikler, ballıbabalar, çiğdemler zincir tekerleklerin
gizli boşluklarında boy atıyorlar, bilinçsiz bir ısrarla bu madensel diziyi bir
bitki örtüsüyle kapatmaya çalışıyorlardı. Karınca yuvaları, köstebek yuvaları
büyüyen oyuklarda tankları tek tek yutacakları, o ırak maden ziyafetine
hazırlanıyorlardı. Kurşun renkli bulutların ordan koşan bir rüzgar, gitgide
kudurarak tank dizisinin bir ucundan abanıyor, tank dizisini bozkırın morundan
günbatımının kızıllığına yürütmek, o kızıllıkta tüketmek istiyordu. Ansızın
bastıran sıcaklar, sıklaşan doğum sancılarıyla kızıştırdıkları top
namlularından bir gürlemeyle kopacak rahatlığı özlüyor, ardından yağan,
durmadan yağan yağmurlar rahatlayamadan kasılan namluları hınçlı bir yavaşlıkla
paslandırıyorlardı...
Bir
yılbaşı günü: Yaldızlı paket kağıtları. Renkli kurdelalarla bağlanmış paketler.
Süslü camekanlar. Bağıran piyangocular. Salonda at yarışları ve kılıbıklık
diplomaları. Çamlar, pamuklar, yaldızlar. Renkli ampuller. Sıraya dizilmiş,
üstüste ve yanyana; armağanlar. Ovulan gümüşler, satılan gümüşler. Paralar ve
paketler. Para uzatan eller, paketlerle dolu kollar.
Eşyalara
uzanan parmaklar, işaret parmakları. Vitrin camlarının her yönüne uzanmış
işaret parmakları. Yayılan ağızlar, para sayarken büzülen dudaklar. İki paket
arası yenen bir pasta. Çörekler, hindiler, Rus salataları. Tombala. Eşya
piyangosu. On yaşlarında bir çocuk. Yoksul, eşya tadı bilmeyen bir çocuk:
Dükkanlarda, sokaklardan gelen gençlerin kollarında durmadan çoğalan
paketlerden ayrı bir çocuk.
Bu armağan
gününde bir eşyaya sevinmek istedi. Hem ileri hem geri gidebilen, küçük
namlularından alevler fışkırtan tankı gördü. Bahçe kapısının önünde, üç başka
çocuk oynuyorlardı onunla.
Çocuk
eşyadan tadalmayı istedi. Armağanını seçti düşüncesinde. Eli tanka uzandı.
Eşyasına dokunmak istedi. Eşyasını, önce ona sahip gözüken çocuklardan ayırdı
düşüncesinde. Sonra uzattı elini. Uzatmasıyla, eşyası armağanıyla arasına neler
girmedi ki: Oyuncak tankıyla arasına önce kovalayan çocuklar girdi, sonra
analar babalar, sonra kovalayan trafik memurları, kovalayan memurlar, evler,
apartmanlar, polisler, yargıçlar ve kovalayan bankalar girdi. Çocuk koşuyor,
kaçıyordu. Armağandan, eşyadan. Eşyasını bilen, onu bir çocuğa kaptırmayan
kentten kaçıyordu. Koşarak vardı kentin sınırlarına. Eşyaya yabancı bozkıra,
tank dizisinin oraya.
Karıncalar,
köstebekler, sıçanlar, sinekler canlılar dizisine çocuğun eli eklendi. Çocuk
önce zincir tekerlekleri elledi. Elleri tanklardan birinin içinde düğmelerinde
gezindi. Birden canlandı tank. Çocuk atladı bozkıra, halkası olduğu canlılar
dizisine sığındı. Tank diziden çıktı. Sağdaki morluktan soldaki kızıllığa
uzanan hareketsizlikten çıktı. Bu ölgün diziyle yıllardır savaşan doğa güçleriyle
tek başına, yalnız başına kaldı. Barışsever bir dizinin içinde, herhangi bir
maden rahatlığı olmaktan çıktı. Karşıdaki düşman canlılığın üstüne vardı. Şimdi
rüzgar daha çılgın, toprak örtüsü daha bereketli, güneş daha doğurgan, canlılar
daha yiyici, tüketiciydiler. Bir yalnız tanka karşı, bütün doğa, bütün
canlılar, bozkırın moru, günbatımının kızılı, tek bir tankın delirmesi,
yüzyıllık ölgünlükten, miskinlikten sıyrılması. Önce namlular dikildi. Sonra
zincir tekerlekler silkindi. Sıçanlar kaçıştılar. Yürüyen tekerlekler
gelincikleri, papatyaları, ballıbademleri, çiğdemleri ezdi. Tank delirmişti
artık. Rüzgar, soğuk, sıcak, bahar ve bereket üstü bir delirmeyle tank
bozkırdan boşaldı. Günbatımının kızıllığını ölü tank dizisinin orda bırakıp
kente vardı.
Tank
hatırladıkça sevdiği güçleriyle saldırdı kente. Dörtyol ağızlarındaki trafik
polislerini ezdi önce. Televizyon antenlerine, telgraf ve telefon direklerine
boşalttı ateşini. Sonra resmi yapıların önündeki askerlere, devlet dairelerine.
Bütün memurlar kırılan camlardan içeri dolan ölümden kaçmak için yerlere
yattılar. Ölüm onları yaşamlarının en korkak, en iki büklüm anında buldu. Sonra
apartmanların üstüne yürüdü tank. Apartmanlar ufaldılar, ufaldılar. Tank
hepsini bir bir, bıkmadan ve atlamadan ezdi geçti, ezdi geçti. Sonra evler,
eviçleri, büfeler, sandıklar, buzdolapları, çamaşır makineleri ve dükkanlar,
tezgahtarlar, bunları ezmek daha kolay, daha eğlenceli. Sonra bankalar,
sayılmakta ve ödenmekte olan paralar, sonra nişanlar, yıldızlar, sonra bütün mühürler,
damgalar, pullar. Sonra resmi yazılar, tensiplerinize arzederim'ler), terfiler,
siciller. Sonra amirler, amirler, emirler, emirler. Sonra ben, sonra sen, sonra
bizler, bizim gibiler. Sonra bizlerin çocukları, çocukların oyuncakları,
oyuncak tankları. Sonra döner dolaplar. Benim masam, senin masan. Sonra bütün
sevindirici eşyacıklar. Sonra Sitare hanımın kürkü, Betûl hanımın yüzüğü. Sonra
bütün kıskançlıklar, bütün cimrilikler, bütün armağanlar, birikmiş paralar,
bütün sigortalar, güvenli yarınlar. Sonra başarılar, ünler, aşk mektupları,
dolandırıcılıklar. Benim sevgim, senin yalanın, onun palavrası, övünmesi.
Kahramanlıklar, kancıklıklar. Partiler, örgütler, bütün o damarları şişmiş
gırtlaklar. Gazeteler, manşetler, ukalalıklar, sövgüler. Matbaa harfleriyle
yazılmış BEN'ler. Hepsini, hepsini, hepsini bıkmadan ve atlamadan ezdi geçti.
Bir tank delirirse, deliren bir tank neler ezebilirse hepsini ezdi geçti...
Bütün bu
ezilmelerden, yıkıntılardan sıyrılabilmiş, bütün bu ezilen şeylere zaten
bulaşmamış bir çocuk eli —kirli tırnaklı ve yoksul, kaybetmesi olmayan bir
çocuk eli, merakı ile tanımış bir çocuk eli— ilk oyuncağına uzandı, tankın
delirmesi durdu. Tank ve çocuk, deliliğin bittiği yerden, günbatımının oradaki
kızıllığa dek yanan kente baktılar: Şimdi nerede bozkırın moru, nerede doğanın
yalnız bir tankı delirtmeye yeten güçleri? Sen nerede, o nerede, biz nerede?
Şimdi delirebilecek hiçbir şey yok. Şimdi bitimsiz bir bozkırı, onun bitimsiz
güçlerini yakan bir ateş var. Günbatımının tükenmesi var. Bir deli tankın bir
koca kenti, bir koca bozkırı yakması var. Tankın, deliliğinin bittiği yerden
günbatımının kızıllığının orayı yakması. Bir çocuk eli, yoksul, meraklı, ilk
oyuncağına uzanan bir çocuk eliyle tankın deliliği durmuştu. Ama bozkırı
alevler sarınca, aradaki ölü tank dizisi alışageldikleri belalardan bambaşka
bir belayla yüz yüze gelince, böyle ansızın üstlerine gidilince delirdiler. Bir
tank delirebilse bir tank dizisi nasıl delirir, hem de nasıl. Deliren tank
dizisi, kentten arta kalan kızıllıktan koptular, başka kentlere vardılar.
Binlerce yoksul çocuk eli ilk oyuncaklarına uzanana kadar, ezdiler, yaktılar...
Çocuk
alnının sızısıyla geldi kendine. Ne zamandır soğuk camekana dayadığı alın
uyuşmuştu. Soğuk camekana dayayıp alnını, yanyana dizili oyuncak tank dizisine
bakalı ne kadar olmuştu? Eski yıl bitip, yeni yıl başlamıştı o arada.
Sevgi Soysal
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder